Türk eğitim tarihi derinlemesine incelendiği zaman, göze çarpan ve tüm yenilikçi hamleleri olumsuz etkileyen en temel sorunun; bilimin öngördüğü sezgiler ve aklın rehberliğinde kurumsallaşamamadır. Bilindiği gibi her toplum kendisini meydana getiren yaklaşık 6 toplumsal kurumdan oluşur. Bu kurumlardan en önemlisi ve diğer toplumsal kurumlara temel girdileri sağlayan eğitim kurumudur. Toplumsal yapı gereği temel bir kurum olan eğitim kurumunun kurumsallaşamamasından bahsetmek; toplumsal yapıyı ayakta tutacak temel dayanağın da yok olması ve diğer toplumsal kurumların en temel girdilerinden mahrum kalması anlamına gelecektir. Eğer bir toplumda bu girdilere ulaşılamamışsa, ne toplumsal ilerlemeden ve ne de bireysel gelişimden bahsedilemez.
Küresel dünya ölçeğinde bir toplumsal değerlendirme ve analiz yapıldığı zaman, hep zalimlerle mazlumlar, zorbalarla kurbanlar ve tabiri caiz ise ağalarla marabalar olmuştur. Çünkü zalimlerin varlığı mazlumların olmasına, zorbaların olması kurbanların varlığına ve ağaların saltanatı marabaların omuzları üzerinde varlığını sürdürecektir. Anlaşılan odur ki; dün böyleydi, bu gün de böyle ve muhtemelen yarın da böyle olacak gibi gözüküyor. Ancak bu dirik ikilemler birbirini var ederken, hiç akla ve hayale getirilmeyen sonuçların da ortaya çıktığı anlaşılıyor. Böyle bir toplumsal yapının insanlığı uzun süre taşıyamayacağı, ağalık, zorbalık ve zalimliğin; uyarıcı ve tepki arasında gerçekleşen süreçlerde öğrenmeyi tanımlayan davranışçı psikologların iddialarına karşı çıkan bilişselci öğrenme psikologlarının dediği gibi; bu süreç sadece etki ve o etkiye verilen tepki çerçevesinde değerlendirilemez.
Aynı zamanda o süreçlerde daha önce akla ve hayale getirilmeyen öğrenme ve buna bağlı tepkilerin de ortaya çıkabildiği anlaşılmaktadır. Zorbalar etkileyen ve uyaranlar olurken, kurbanlar ise etkilenen ve uyarılanlardır. Etkilenen ve uyarılanların belki de zaman ve mekan bağımlı olmadan çok çeşitli ve karmaşık boyutlarda bağımsız değişkenlerden/sebeplerden kaynaklanabilecek olan tepki mekanizmaları devreye girer, en uygun zaman ve zeminde etkilenen ve uyarılan konumdan, etkileyen ve uyaran konumuna geçer. İşte o zaman roller değişmiş olur, zorbalar kurban ve kurbanlar da gasp edilen hak ve hukuklarını kurtaranlar olmaya başlarlar. Bu rol değişimi bazılarını aynı ölçüde zalimleştirebilir de. Ancak kurban ve mazlumlar roller değiştiğinde onlar gibi zalimleşmez ve zulümden yana olmazlarsa, elbette ki Allah’ın şaşmaz adaleti olarak tekrar kurban durumuna düşmezler.
Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, bu yapı esasında doğal ve döngüsel bir süreçtir. Ama mutlaka gerçekleşen bir süreçtir. Dün Hitler Almanya’sında Yahudiler zulme ve kadre uğramıştı, ama şu an Hitler Almanya’sı yok, Filistin ölçeğinde düşünülürse benzer rolleri üstlenen İsrail yönetimi ve devleti var. Ermenistan Karabağ’ da 600 den fazla Azeri Türkü yaşlı ve çocuğu soykırıma uğratarak şahit etmişti. Aynı zalimliğini sürdürüp yine zulüm yapmaya başlarken; Azerbaycan tarafından hak ettikleri dersleri verilmiş, işgal edilen topraklar kurtarılmış ancak onlar gibi zalimlik ve zorbalık yapılmamıştır. Bu durum da milletten millete, kültürden kültüre değişmektedir. Bir milletin geleceğinin kurtarılması için tam da bu noktada eğitim devreye girmeli, dış ve iç kaynaklı zalimlerin zorbalıklarını bertaraf edebilecek donanım ve yeterliğe sahip, tarihsel şuurla hareket eden, olay ve olguları tarih bilinciyle değerlendirip okuyabilen, akıl ve bilimi birleştirebilen nesilleri kadim kültürel değerlerle hemhal ederek yetiştirmeliyiz. Bugün bu ezeli düşmanlarımızın adeta bizi bir ateş çemberine alma çaba ve terör örgütlerini kullanıp, onlardan medet ummaya başlayarak uygulamaya koydukları senaryolar, istedikleri gibi işlememektedir. Çünkü değinmeye çalıştığım gibi roller ve güç dengeleri değişmeye başlamıştır. Hele bir de ürettikleri savaş ve diğer teknolojileri istedikleri fiyatlarla dışarıya satamadıkları ve uluslararası pazarlarını kaybettikleri zaman, gerçek çöküşleri başlamış olacaktır. S-400’ler meselesi de aslında buna örnek olabilir. F-35 projesinden çıkarılmış olmamızın gerekçesi S-400’ler değildir. O sadece işin bahanesi olmuştur. Asıl kaygıları daha farklı ve düşmancadır. Ancak doğal döngüsel süreç çerçevesinde eğer Türkiye yürüttüğü milli savaş uçağı projesini başarıyla tamamlar ve en kısa sürede milli muharip savaş uçağını üretirse, F-35’ler Amerika’nın ve müttefiklerinin elinde patlayacaktır.
Artık kara görünmüş ve Amerika ve Batı emperyalizminin ülkemize karşı bir topyekun kuşatma senaryolarını devreye soktukları görülüyor. Çok ama çok stratejik planlamalar yapılarak durum değerlendirilmeli ve onlara yeni hamle fırsatları vermeden, kendi hamlelerimizi yapmalıyız. Bu hamlelerin en başında geleceğe dönük yeni nesilleri bu bilinç ve tarih şuuruyla yetiştirmeliyiz. Aynı zamanda siyasi olarak karar alıcıların mutlaka özellikle Rusya ve Çin’le ortak menfaatler çerçevesinde çok daha etkili ve sonuç alıcı ilişkiler geliştirmeleri hayati bir önem taşıyor. Çin ile geliştirilecek ilişkiler içerisinde elbette ki doğu Türkistan meselesi de önemli bir yer tutacaktır. Rusya’dan S-400’lerin devamı alınmalı, daha ilerisi için ortak S-500 üretim faaliyetleri konuşulmalı ve F-35’lerden daha performansı yüksek olan Rus savaş uçaklarının alımı masaya yatırılmalıdır.