Kültür, biyo-psişik ve sosyo-kültürel bir canlı olan insanı meydana getiren temel boyutlardan birisidir. Realist felsefeyi savunan filozoflar insanlara her zaman toplumsal kültürün aktarılmasını ve aktarılan toplumsal kültüre toplumun katkı sağlayarak geliştireceğini, geliştirilen toplumsal kültürün de toplumsal gelişmenin önünü açacağını ve böylece tekamül adına değişim ve dönüşümden bahsedileceğini belirtmişlerdir. Dolayısıyla insanların dünyaya gelişleriyle beraber gelmeyen, doğumdan sonra öğrenme ürünü olarak edinilen ve insanoğlunun elinden, çaba ve gayretinin sonucu olarak ortaya çıkan her şey kültür olarak ifade edilebilir. Toplumu bir arada tutan en temel değer kültür birlikteliğidir. Kültürün dışında zikredilen diğer toplumsal kurumlar da büyük bir oranda kültür tabanlıdır. İşte toplumsal hayat bakımından oldukça belirleyici olan kültürel değerlerin yeni kuşaklara aktarılması süreci, eğitim ve öğretim etkinliklerinin başat sorumluluk alanlarından birisidir. Öğrencilerin zoraki kültürlenmeleri, eğitim ve öğretim uygulamalarının bir başka bakış açısıyla değerlendirilmesinin sonucudur. Kültür aynı toplum içerisinde birlikteliği ifade ederken, toplumlar arasında ise, toplumsal farklılıkları ifade etmektedir. Kültür aynı toplum içerisinde zamandan zamana değişiklik gösterebileceği gibi, farklı toplumlar arasında da belirgin farlılıklar gösterebilir. Çünkü kültürel değerlerin şekillendiği coğrafi koşullar, toplumsal özellikler, genetik farklılıklar ve yaşantı, tecrübe ve deneyimler bire bir birbirlerinin aynısı olma şansına sahip değillerdir. Dolayısıyla farklı köklerden aynı ve birbirinin tekrarı olan fidanların boy vermesi beklenemez. Gökalp’ e göre; kültür alanında ilerleyen bir toplumda medeniyet de yükselir. Medeniyetin hızlı bir şekilde yükselmesi süreç içerisinde kültürü bozar. Her kavmin kendine ait yalnızca kültürü vardır. Bir kavim siyaseten yükseldikçe kültür açısından da yükselir. Kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan kültürün yükselmesinden ise medeniyet doğmaya başlar. Bir toplumun hızla medenileşmesi kültürünü etkileyebilir. Kültürü güçlü fakat medeniyeti zayıf olan bir toplum, kültürü zayıf fakat medeniyeti güçlü olan bir topluma her zaman galip gelir. Dil kültürün geçmişten günümüze süzüle süzüle gelen en saflaşmış şeklidir. Kültürün taşıyıcısıdır. Siyaset kurumunun da gerek kültür ve gerekse dil ile varlığını inşa edebileceği açıktır. Medya; yaşamı görselleştiren, imaj-maker olarak yeni ve genelde sanal imajlar yaratan bir güç odağı olarak gerçeği etkili bir şekilde tersyüz edebilmektedir.
KISACA DİL
Dil, milli kültürün tarihsel süreç içerisinde temel yapı taşı olmakla beraber, geçmişten süzülüp arınarak günümüze ulaşan ve geleceğe ışık tutan maddi ve manevi unsurlarıyla şekillenen toplumsal değerlerin geleceğe aktarılmasını ve böylece toplumsal devamlılığı sağlayan emsalsiz bir taşıyıcıdır. Düşünce, duygu ve güdülerle beraber sonradan edinilen öğrenme eseri tutum ve davranış kalıplarını doğrudan veya dolaylı bir şekilde koruyup bildiren ve geleceğe aktaran sistematik ve dirik bir yapı oluşturmaktadır. Gerçekten dil kendi ilke ve yasaları çerçevesinde yaşayan ve çok daha önemlisi yaşatan canlı bir yapıdır ve kendisi koyup geliştirdiği kuralları çerçevesinde işlevlerini icra etmektedir. Ona dışarıdan kurallar konularak suni formatlara uydurmaya çalışılması; aynı zamanda geleceğe taşınması ve yeni kuşaklara benimsetilip onların da katkı sağlamaları gereken kültürel tabanlı toplumsal değer ve normların tamamına müdahale anlamına gelecektir. Dilbilim ve Sosyo-Liguistic disiplin alanları, Eğitim Bilimleri disiplin alanı ile olan ilişkileri çerçevesinde dilin vurgulamaya çalıştığımız özelliklerini daha derinlemesine ortaya koymaktadır. Felsefi açıdan sürece bakıldığı zaman, birtakım düşünürlerin varlığın özü olarak dili tanımladıklarını görmek mümkündür. Hakikaten varlık alemini biçimlendiren ve zamanla yarışan eşya olay ve olguları algı ve idraklere işleyen ve onlara oralarda yer açan araç; en temel iletişim sistemi olan dildir. Objelerin tanınır ve bilinir hale gelmeleri, kendilerine verilen sembolik değerlerle mümkün olmakta ve o değerleri çocukların gelişim dönemleri içerisinde kavramaya başlamalarıyla beraber, evrenin mümkünleri, derinliklerinde saklı bulunan ilke ve yasalarıyla birlikte ortaya çıkabilmektedir. Zaten insanoğlunun varlık tasavvurunu da bildiği mümkünler ve mümkün olma ihtimali olanlar teşkil edebilir. İnsanların ve çok sınırlı da olsa tüm canlıların bir iletişim aracı olarak kullandıkları argümanları olmakla beraber, en gelişmiş sistematik bir yapı oluşturan, yazılı ve sözlü uygulamalarla yaşatılan ve özellikle insanlar arasında temel iletişim aracı olan dildir. Şüphesiz ki evrenin ve evrenin içini süsleyen her obje ve nesnenin de bir dili vardır. Her objenin varlık alemine sağladığı katkı onun evrensel, anlaşılır olan mesajları ve dilidir. Çünkü evreni meydana getiren nesne ve objelerin tamamı, rastlantı ve tesadüf eseri olmayan mükemmel tasarımlardır. Sahip oldukları ilke ve yasalarla varlıklarını garanti ederler. Suyu su yapan ilkeler, taşı taş yapan ilke ve yasalar vardır. İşte bilim de bu noktada devreye girer ve o ilke ve yasaları çözümlemeye çalışırken, yine dil yardımıyla geleceğe taşıyarak üretilecek yeni bilgi teknolojileriyle insanlığa hizmet üretmeye devam edecektir. Yani bilim kullandığı yöntem ve tekniklerle nesnelerin dilini ve verdikleri mesajları anlamaya çalışır. Bu anlaşma, uzlaşma, paylaşma ve kontrol altına alarak, doğanın doğurganlığı kapsamında yeni doğumlara yön verme arzusu başarılı olduğu sürece, yeni varların yeni ilke ve yasalarının farkına varılacaktır. Tüm insanlığı ve bilim adamlarını kaynağına doğru çeken, farkına yeni varılacak yeni varların yeni ilke ve yasalarının, daha önceki varsayılanları var eden değerlere sahip oldukları her iki tarafın dili yoluyla anlaşıldıkça, dilde kendisini var etmeye ve yaşatmaya devam edecektir. Dilin varlıklarını daha anlamlı kıldığı bilim ve bilimsel veriler, aynı şekilde dili daha zenginleştirerek varlığına varlık katmaya devam edecektir. Evet dil, varlık aleminin varlarının ilke ve yasalarıyla beslenerek kendi ilke ve yasalarını da ortaya koymaya çalışır. Öyleyse rahatlıkla dile müdahalenin; ilişkili olduğu ve etkileşim içerisinde bulunduğu her toplumsal ve doğal yapıya müdahale olacağını iddia edebiliriz. Bir meyve ağacının meyve verememesi ve sararıp solmaya başlaması, onun “susadım bana su verin” demesi anlamına gelmektedir. Çocuk ağlıyorsa, onunda demek istedikleri vardır. Önemli olan anlaşabilmektir ve anlaşmanın gereklerini yerine getirerek dilin can suyu özelliğini devam ettirmektir. Dilin genel ve işlevsel özellikleri çerçevesinde asıl sistematik değeri insanlar arasında kullanılması ve iletişim ihtiyaçlarının karşılanmasındaki durumu ve başarısı, karşılayabildiği bireysel ve toplumsal beklenti ve taleplerdir. Muharrem Ergin dili, “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimaî bir müessesedir.” şeklinde tanımlamaktadır. Ali Osman EGİN; “Dil insanlar arasında anlaşmayı, uzlaşmayı ve paylaşmayı sağlayan doğal bir vasıtadır. İnsanlar duygularını, düşüncelerini, fikirlerini, hükümlerini birbirlerine nakletmek, meramlarını birbirlerine anlatmak için dil denilen vasıtaya baş vururlar. Sağlıklı iletişim yapısında var olan kaynak ve alıcı arasında gidip gelecek bilgi mesajının gitmesinin ve gelmesinin kanalı dil teknolojileridir. Mesajdaki bilgilerin alıcıya doğru iletilerek, oradan gelecek dönütün de karşı taraf tarafından doğru yapılandırılması, iletişim dilindeki kullanım başarısına bağlıdır. Ancak dil insanların kullandığı her hangi bir iletişim vasıtasına benzemez. Onun vasıtalığı sadece anlaşmayı, uzlaşmayı ve paylaşmayı temin etmesi bakımındandır. Tabii bir varlık olan dilin kendisine mahsus birtakım kanunları vardır. Bunlar her objenin derinliklerinde bulunan ilke ve yasalar gibi, dilinde kendisine has kaideleridir. Dil kaideleri dilin yapısına hâkim olan, dilin yapısından ve temayüllerinden doğmuş, içerisinde yaşadığı kültürel değerlerle ilişkisi olan birtakım prensiplerdir. Bunlar dille birlikte mevcut olup onun yapısının gerektirdiği özellikleri ifade ederler, temayüllerinin istikametlerini gösterirler. İnsanların aralarında sosyal yapının gereği olarak iletişim ve etkileşim ihtiyaçlarını karşılamak için kendilerini ifade etmelerine araç olan dil, bir dilbilgisi sistemi içinde sistematik olarak yapılandırılmış, düşünce ve duyguları bildirmeye yarayan ses, işaret ya da hareketlerin bütünüdür.
İnsan anlatım ve iletişim için ya hareket eder (jest), ya da ses çıkarır (konuşma) ya da belirli işaretler çizer (yazı). Konuşma dili, yazı dili, hareket dili; insan dilinin üç ayrı görüntüsü veya biçimdir”. Şeklinde tanımlamaktadır (ENGİN, A.O, 2013).
ANLAŞMA ARACI OLARAK DİL ÇEŞİTLERİ
Durmuş Hocaoğlu’nun; “Dil Kültür ve Siyaset-I” isimli çalışmasında belirtmiş oldukları gibi, anlaşma aracı olarak diller aşağıdaki gibi tasnif edilmişlerdir. Bu tasnife göre dildeki çeşitlilik artırılabilir.
a) Doğal Bakımdan: 1- Doğa dili , 2- Hayvan dili, 3- İnsan dili
b) Teknik Bakımdan: 1- Hareket dili, 2- Konuşma dili, 3- Yazı dili
c) Coğrafya Bakımından: 1- Yabancı dil, 2- Milli dil
d) Tarih Bakımından: 1- Ölü dil, 2- Canlı dil, 3- Uygarlık dili
e) Anlatım Düzeyi Bakımından: 1- Günlük dil, 2- Halk dili, 3- Elit dili
f) Anlatım Biçimi Bakımından: 1- Bilim dili, 2- Sanat dili, 3- Teknik dil, 4- Kitlesel haberleşme, dili, 5- Müzik dili, 6- Mekanik dil
g) Dil Bilim Bakımından: 1- Benzer dil, 2- Devrik dil, 3- Analitik dil, 4- Sentetik dil
Dil ile ilgili yapılacak daha fazla alt başlıklar şeklindeki çeşitleme için; “anlatım dili olarak” “bilim dili” kapsamında siyaset diline ve kültürüne değinilmiştir. “Günlük dil, halk dili ve elit dilleriyle” de uygulama durumları açısından kıyaslamalar yapılmıştır. Milletin duygusu, düşüncesi, yaşayışı ilmek ilmek konuşulan anadil ile işlenir. Dil bir milletin ruhu gibidir. O kaybolursa millet de yok olur. İstiklâl Marşımızı düşünelim. Eğer merhum Vatan şairimiz Mehmet Akif ERSOY’ un kullandığı dil ve üslup olmasaydı, istiklâl mücadelemizin felsefesi ve ruhu anlaşılamazdı. Somut olarak birebir yaşanan tarihsel olaylardan hareketle ve çoğunlukla zaman, mekân ve oyuncularının rollerinin değiştiği olguların, benzer şekilde yeniden vücut bulmasını veya genel ifadesiyle tarihin tekerrür etmesini; yaşanan tarihsel olayları gerçek sebep ve sonuçları bağlamında, tarihsel bakış ve tarih bilinciyle eğitim programlarına yerleştirip, yeni kuşaklara aktarırken kullanılan anlatım dilinin buna uygun olmadığı gerçekliğine bağlamak mümkündür. Eğer dil kendisine yüklenen misyon çerçevesinde saflığını ve temizliğini koruyabilir ise, temiz olmakla beraber temizleyen ve daha anlaşılır hale getiren bir arınmışlığa sahip olur. Kısacası bunu başaran bir dil ve üslup aynen su gibidir. Hem temizdir ve hem de temizleyendir. Çok sınırlı varlıkların böyle bir özelliği vardır ve genel itibariyle maddeler ya temizdir ancak temizleyen değildir, ya da temizleyendir ve temiz değildir. Dilin bu muhteşem özelliği korunduğu sürece, ona bağlı olarak şekillenen ve toplumsal varlığı meydana getiren yapı ve kurumların hepsi o şeffaflığı ve berraklığı koruyacak ve August Comteu’ un deyimiyle; olası toplumsal sorunların çözüldüğü, herkesin birbirini anlayışla karşıladığı, çıkar temelli çatışmaların zemin bulamadığı bir ideal toplum yapısına ulaşılması belki imkân dahilinde olacaktır.
Çanakkale gibi Sarıkamış Destanını yazan isimsiz kahramanların geçmişle gelecek arasında köprü olan yaşam ve mücadele öyküleri uygun ve yansıtıcı bir dil kullanılarak anlatılmadığı sürece, işin yeni kuşakları aydınlatıcı özelliği hayata geçirilemeyecektir. Dil kullanımı ile çok etkili bir olay etkisizleştirilebileceği gibi, daha etkili hale de getirilebilir. Burada popüler kültürdeki “imaj yaratma” çalışmalarına benzer bir sunuştan bahsedilebilir. Bu bir yerde gösteri toplumunun beklentisi olan bir talep olabilir. Tabii ki yaratılacak imaj, yaşanmış gerçekliklere ve değerlere uygun objektif bir simge, yeni bir düşünce ve fikir olabileceği gibi, subjektif ve manipülatif bir gerçeklik de olabilir. Bazılarına göre Sarıkamış Destanı, bazılarına göre Sarıkamış faciası ile ilgili geçmişi günümüze taşımak maksadıyla kaleme alınmış bir şiirde kullanılan dilin bu tarihsel vakayı nasıl canlandırdığı ve algılara yerleştirdiği anlaşılmaktadır. Bu şiirde Sarıkamış’ın ruhuna uygun bir imaj oluşturmak ve bu imajın yeni kuşaklara tarih bilinci kazandırması düşünülmüştür. Mısralarda, dilin iletişim ve tarihsel etkileşimi nasıl canlandırdığı çok boyutlu hareketlendirilecek tarihi gerçekliklerin zamanımızı ve geleceği kucaklayan hayali tablolardan anlaşılacaktır.
SARIKAMIŞ DESTANI
Sarıkmış dile gel vakit tamdır aydınlat şu kap kararanlık ufukları
Gönüllerde dala gel avaz ver de çöz şu donduran uyuşuklukları
Sen ki zemheri ayazlarında hep kavrulup amansızca yanarken
Akla gel hayale gel yırt şu yol vermeyen bembeyaz karanlıkları
Komutanım dalda durma bırak varsın gelsin kıp kızıl kıyamet
Bu ne müthiş bir teslimiyet donarken bile yaratana kıyam et
Gönüllerde gözleri açık uyusam da hep rüyalarda uyaniram
Es bre deli rüzgâr yeter artık örtme karlanan dimağları âyan et
Dondurmaz ve yandırmaz ki tatlıdır şahadetin kar kınalı şerbeti
Tükenmeyen bir güçtür hep canlı tutar göstermeye ebedi ibreti
Hani bizimle donmuştu ya kurduğumuz hayaller ve de hedefler
Şimdi buzlar çözülüyor bitirmeye şu uzayan dondurucu hasreti
Ecdattan yadigârdır durmaz akar karı ve buzu kınalayan al kanımız
Kim diyor mermi atılmadı 40 bin düşmanı da telef etti volkanımız
Bu nasıl bir dramdır kaybedenler duruyor ama kazananlar çekilmiş
Biz mola verdik hazırlanıyoruz çıkmaya yürü dediğinde sultanımız
Asla ölmedik karlı ve buz kestiren fırtınalarda diri diri donduk ya
Kim kaybetti kim kazandı baksana onlar gitti biz burada kaldık ya
Aç yorgun ve açıkta katlanırken hak adına biz o yakıcı donmalara
O gün uyumuş olsak da amansız ayazlarda gönüllerde uyandık ya
Bedenimiz buz tutarken yücelerde ruhları gönüllerde uyutmuşuz
Heykel olup dirilecek heybetli simalarla ayrık otlarını kurutmuşuz
Bizler donarken canlanıp ses vermek için o muhteşem baharlarda
Ne mümkün hissetmek acıyla kederi onları biz çoktan unutmuşuz
Anladım ya geçmişle geleceği birleştirdik meğer ne de uzunmuşuz
Giyer miyiz kar fırtına ve kıp kızıl kıyameti biz geleceğe soyunmuşuz
Hiç bedbahtlık etmedik haktan geldi emir deyip boyun eğdik amma
Uyuyarak değil el tetikte ayakta ya abdestte ya namazda donmuşuz
Dayandık bizler her hasrete çoluk çocuk demedik onlar size emanet
Yazmaz bizim kitabımızda sözle de olsa teslim edilen emanete ihanet
Ayrılmadı hep devam etti emanetin emini doğru dürüst giden yoluna
Orada saklıymış meğer uzayıp sonsuzluğa yol tutan kerametle kehanet
(Doç. Dr. Ali Osman ENGİN)
Peltekoğlu, (2001:358) imaj meselesine şöyle yaklaşmaktadır: “En genel biçimde, herhangi bir kişi, kuruluş ya da durum hakkında tüm görüşlerin toplamı olarak izah edilen imajın, kendiliğinden oluşması yerine oluşturulması çabası imagoloji, imaj maker lık gibi kavramları literatüre kazandırırken, sayıları giderek artan medyanın, yeni starlara duyduğu gereksinim ile birlikte, imaj yaratıcılığı popüler bir meslek haline gelmektedir. Kişi ya da kurum ile ilgili görüş ve düşüncelerin oluşturulması çabası olarak tanımlanabilen imaj yaratma, medya kurallarına uygun görüntü oluşturulması ile başlayan, davranış ve düşünce biçimi ile tanımlanan bir süreçtir”. Dil topluma ait seçici algılama, düşünme, fikir üretme ve bu doğrultuda şekillenen yaşama biçimini farklı türlerde yansıtarak; dil – kültür – kimlik üçgeninin oluşturur. Dilin uzlaşı sağlayan özelliğinden hareketle toplumsal bir kurum olduğuna ait görüşlerini ortaya koyan; Sausser, dilin sosyalleşmeyi ve anlaşmayı sağlayıcı bir sistem olma özelliğine vurgu yapmıştır. Sözü ise daha çok bireyselliğin ifadesi olarak almıştır. Ebul Hasan El Harakani hazretleri; dili kalbin aynası olarak görmekte, deniz ve kıyı arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkiden yorumlamaktadır. Harakani, denizi kalbe ve kıyıyı da dile benzetir. Denizin asla içerisinde çer, çöp ve pisliği barındırmadığını ve mutlaka bir türlü kıyıya atacağını ifade ederken, dil ve kalbinde aynı şekilde çalıştığını ortaya koymaktadır. Merhum Hak ereni Harakani Hazretlerinin bu düşüncesini daha anlaşılır hale getireceği umulan birkaç dörtlük yeniden dikkatlere sunulmuştur.
MİLLETE ŞİKÂYETİMDİR
Şeytanlaşan namert ve kara siyasete dolu dolu sitemimdir
Düzenbaz yalancılara şükür ki Hak yardımıyla yetenimdir
Eskiden mal mülk ve para idi haraç mezat satışa çıkarılan
Ey vah! Şimdi dil kültür ve değeler parsel parsel itenimdir
İnsanın yurdu kâinat milleti de ustası Hak olan insanlık
Elbet bundan duyuluyor ya insanı kâmile olan hayranlık
Kimsenin tapulu malıyım alın satın keyfe keder demiyor
O zaman olurdu rantiyecilere rantı sağlayacak seyranlık
Bizim derdimiz O’nu haşa beklentisizce baş üstüne koymaktır
Çirkef dağlarına çıkmadan seve seve O’na giden yol olmaktır
Rant hesabı ve demirbaş kayıtlar tutarak menfaatler için değil
Hakikat adına hizmetkârı olup hep açık kapısında kul olmaktır
Hesap bazlar yobazlar ve düzenbazlar bu işleri yapamazlar
Bulanık kalpten durulmamış gönüllerden asla kopamazlar
İşleri bu ya vazgeçemezler ki kirli elleri ile çamur atmaktan
Taptıkları konfor ve güç oldukça hakkın yoluna sapamazlar
Onlar çamur atarken de arsızca daha fazla pisliğe batacaklar
Üzülmesinler tahtlar yıkan ah ve veballer üstünde yatacaklar
Sattıkça tükenecek haneye sayıp demirbaş kaydını tuttukları!..
Artık kalmayınca pazara sürüm malı bilmem neyi satacaklar!..
Pazarda kurulmuş siparişler veriliyor boy boy veresiye manşetten
Hesap kolayca lokma kapmak ya bedavadan leş ve kokuşan etten
Onları düşündükçe derinden her an kasılarak tiksinip kusuyorum
Farkı yok bunun siyaset hesabına ar ve namus satılan fuhşiyetten
Evet çok iddialıyım ve sorulursa Hak adına daha fazlasını derim
Çıkar hesabımız yok onun adıyla yapılanlar üzüldüğüm kederim
Makam ve mevki bozmuşsa eğer adaletin hassas olan kantarını
Bende en üst makama O’na gönül dosyamı sunar şikâyet ederim
Eminim ki bu Bizans ve de Pontus oyununun bedeli ağır olacaktır
En sonunda onları da inim inim inleterek can çekiştirip boğacaktır
Bilinsin ki ALLH’ ın da vardır haşa sapmayan plân üstü plânları
Onlar zulüm ettikçe çıkar adına cana, kader yine adalet edecektir
Benim bildiğim siyasetçi hep kılı kırk yarmalıdır etmeden feveran
Kendine ve yakınlarına bakmalıdır yapamadan başkalarını imtihan
Bilinmelidir her zaman birilerini öteleyerek aklanmanın yolu yok
Her beş vakit verdiğin selama ram olup unutma izlendiğini her an
Harakani’ de yoktur sorgulamak başkasını siyaset ve rant hesabına
Hiç düşer mi ehli iman dünya işlerinde mülkün sahibinin gazabına
Hele işe bakın şaşırmamak elde değil kim ne için kimler ile beraber
Taraf olmakla nail olunmaz ki Harakani’ ye dost olmanın sevabına
Harakani kovmadı ki hiç kimseyi hep kurulu açık olan sofrasından
Seçmiyordu hiç kimseyi üstün diye konanlarla göçenlerin arasından
Çünkü daha da önemliydi varlardansa varı var eden sahibinin hatırı
El sürüp kan akıtmak ne mümkün başkasının kaşınacak yarasından
Harakani hep korkardı mekânında yaşanacak zamansız ölümlerden
Olmasın istiyordu hanesinin yas ve keder duyulan soğuk yerlerden
Birilerini huzura ve divana davet ederken diğerlerine matem ne diye
Dinde bunun yeri yok ki anlaşılmıyor mu İslâm’da ki hükümlerden
O düşüncede saflaşarak amelde adam gibi yaşamaktan bahsediyordu
Ancak öylece kurtulur kalpler bulanıklıktan diye hep hesap ediyordu
Deniz tutmaz kıyıya atar sonunda içindeki çeri çöpü ve pisliği derken
Kalbin deniz ve dilinde kıyılar misali çalıştığını hatırlatmak istiyordu
O söz ve insan olmanın öz ustası nede güzel demiş dil kalbin aynasıdır
İnananlar arasında taraf olmak farklı değil bertaraf olmanın aynısıdır
“Siyaset ayağımın altındadır” diyen alimleri ne de çabuk unutmuşuz!
Bu olsa olsa haset ateşine atılan şer odunlarıyla hayrın kaynamasıdır
Ona hizmet etmek baş koyduğu yoldan yorulmadan Hakka yürümektir
Denizin kabul etmeyip kıyıya attığı çeri çöpü kök salmadan kürümektir
Toprağa katkı yapıp hakikat fidanlarına boy verilsin diye emek ederek
Aydınlatmak için yanmak gereği o mayasız zibilleri yakıp çürütmektir
Harakani himmet edip el verdimi coşturur insanı engel mengel tanımaz
Dünya varlarının varına güvenemezken yokların ahına asla dayanamaz
Sanma ki o varları var eden varları varken kimsesizlerin kimsesi yoktur
Ya bir örümcek yada bir kuş dünyaya meydan okur demeden canım az
Eğer bir gün kalpler durulur berraklaşırsa gonca gülleri açan gönüller
Ayrılıklar gayrılıklar yok olur da birleşir ebedi sonsuzluğa açılan eller
Alo bekle o günü gam etme yakındır akan su menziline varacak elbet
O an görecek gözler duyacak kulaklar ve konuşacak Hak adına diller
(Doç. Dr. Ali Osman ENGİN)
KÜLTÜR
Kültür ise, insanların dünyaya uzun veya kısa süreli bir mola vererek sonsuz yaşam alanına geçiş hazırlıklarını yapmak için geldiklerinde kalıtsal miras olarak getirmedikleri, doğum sonrası edinilen öğrenmeler yoluyla kazanılan ve insanın elinden, emeğinden ve düşüncesinden kaynaklanarak ortaya çıkan ortak unsurlardır. Araç, gereç ve alet olarak ortaya çıkan kültür ürünleri maddi kültür unsurlarını, tutum ve davranışlar olarak ortaya çıkanlar ise, manevi kültür öğelerini ifade ederler. Bireyin çevresiyle olan ilişkilerini düzene koyan ve tanzim eden tüm düşünce, tutum ve davranışları kapsaması boyutuyla oldukça kapsayıcıdır. Kültürün şeklini dil belirlerken, aynı zamanda dile derinliği de kültürel birikim kazandırmaktadır. Denildiği gibi, fikirlerin ve düşüncelerin sınırlarını bilinen ve kullanılan kavramlar belirlemektedir. Kısacası kavram, genelleme ve ilke zenginliği aynı ölçüde dile de yansımaktadır. Esasında eğitim ve öğretim etkinliklerinin asıl hedeflerinden birisi de, milli kültürün yeni kuşaklara aktarılmasıdır. Eğer bu gerçekleştirilemezse, toplumsal devamlılıktan ve toplumsal huzurdan bahsedilemez. Belirtildiği gibi burada taşıyıcı rol dile düşmektedir.
Dilin kendisi de bir kültür ürünüdür ve kültür emperyalizminin en güçlü silahı olarak zaman zaman kullanıldığına şahit olunmaktadır. Bazen hedef toplumlara operasyonlar yapılırken, sürecin dile ve dil ürünlerine yapılan müdahalelerle derinleştiği gözlenebilir. Çünkü dil ve dil değerlerini kaybeden toplumların geriye bir şeyleri kalmaz. Gerçekten dedilini kaybeden bir milletin henüz yaşayan diğer toplumsal ve milli değerlerinin hepsini kaybetmesini durduracak hiçbir engel kalmamış demektir. Kısa bir zaman içerisinde o değerlerin hepsini kaybedecektir. Ancak diğer millî ve kültürel değer ve normlarını kaybeden bir millet eğer kendi anadilini ve anadil değerlerini koruyorsa, o kaybolan değerlerinin hepsine ulaşma şansını diri tutacak ve mutlaka ulaşacaktır. Çoğu emperyalist ülkeler kendi emperyal amaçları için hep yeniden şekil vermeye çalıştıkları yeni dünya düzeninde kullanmaya başladıkları en önemli silahları dejenere ederek toplumların hafızalarını değiştirmeye çalıştıkları dil ve kültürel değer ve normlarıdır. Zaman zaman kültür ve eğitim aynı manada kullanılmaktadır. Eğitimli insan – kültürlü insan gibi eşleşmelere rastlamak mümkündür.
SİYASET
Siyaset de hemen hemen her toplumda var olan toplumsal kurumlar arsında siyaset kurumu olarak yer almaktadır. Vatandaş nezdinde devlet soyut kavramını daha belirgin hale getiren, yasama – yürütme ve yargı erklerinden;” yasama ve yürütmeyi” temsil eden yapı siyaset kurumunu oluşturur. Ali Osman ENGİN, “Siyaset kurumu devleti meydana getiren diğer devlet kurum ve kuruluşları arasındaki ilişkileri düzene koyar ve üst devlet yapısının kapsayıcılığının ve vatandaş nezdinde hak ve adalet ilkelerinin eşitlik temelinde sürdürülmesini sağlar. Siyaset kurumu, devlet yapısının yerine getirdiği tüm görev ve sorumluluklarını yasal mevzuatlar, anayasa ve kanunlar çerçevesinde yürütür. Yapılacak ihlalleri de, var olan cezai yaptırımlar gibi caydırıcı yasal uygulamalarla önlemeye çalışır. Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de1980 sonrası yürütülen neoliberal politika ve siyaset anlayışlarına paralel olarak ekonomik, sosyal ve kültürel olarak ta çok önemli değişimler gerçekleşti. Küreselleşme olgusu çerçevesinde postmodernizm ve bu akımın yol açtığı hızlı değişimler adeta yaşanan kültürel şoklar gibi sosyal yaşamın tamamını etkilemiştir. Dolayısıyla siyaset yapma biçim ve argümanları da aynı ölçüde değişime uğramıştır. Avrupa Birliği üyelik süreci ve bu süreçte yaşanan ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik olumsuzluklar, terör sorunu, demokratikleşme çabaları ve din anlayışlarındaki değişimler verilebilecek örneklerdir. Frederic Jameson, “Post Modernizm ve Geç Kapitalizmin Mantığı” isimli eserinde, ortaya çıkan yeni postmodern kültürü ekonomi ve kültür ile kıyaslayarak ortaya koymaya çalışırken postmodernizmi; gösterişli, parlak tasvir ve görünüşleri barındıran, dış görünüş, stil ve ifade üzerine şiddetli bir eğilimi olan, günümüz tüketim ve medya kültürünü oluşturan bir yapı olarak tanımlar. Siyasal değişim ile kültürel değişim arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılması için, Hasan Bülent Kahramanın, “Post Modernite ile Modernite Arasında Türkiye” isimli çalışmasında, kültürel değişimin postmodernizm ile siyasala etkisinin değişim yönünü tespit gayretlerini iyi analiz etmek gerekir. Ona göre kültür, modernizmde siyasalın bir parçası olarak görülürken, postmodernizm ile bu sefer siyasalın belirleyicisi olarak kendini gösterir. Artık yeni bir kültür, kavramları üzerinde oynanmış dejenere bir dil ortaya çıkar ve çift yönlü iletişimin olmadığı tek yönlü iletilerden bahsedilmeye başlanır ve kamu ile aradaki açıklık derinleşmeye başlar” (ENGİN, A.O., 2013). Bu şekilde tek taraflı aktarımların hakim olduğu iletişim temelindeki siyaset kurumu da; sadece etkili olan kendi argümanlarını muhatap olan diğer tarafın kabul ve retlerini dikkate almadan boyun eğdirerek peşinden adeta hayvanların peşine koşulmuş bir araba gibi sürüklemeye çalışacaktır. Bu sürükleniş arabanın tekerleri stabilize yollarda parçalanıp kırılıncaya kadar devam eder. Süreç sonunda kırılma ve parçalanma hep ortaya çıkar ve sağa sola savrulan her zaman yedeklenen seçmen arabası olur.
MEDYA DİL KÜLTÜR VE SİYASET
Günümüzde siyaset açık artırma pazarında da görsel ve yazılı medyanın gücü ve kuralları baskındır. Çünkü siyaset kontrol edilemez bir güç haline gelen medyanın kurallarına göre yaratılan imajlar üzerinden yürütülmektedir. Dolayısıyla içerisinde yaşadığımız ve sosyal medya ile kontrol edilen dönemde, yaratılan olaylara bağlı gelişen olgularla ilgili bireysel ve kollektif davranışlar için görüşler, yaşanılan olaylardan ziyade medyanın sunduğu göstergelerin ve sembollerin etkisinde gelişerek şekillenmektedir. Öyleyse günümüz insanının tutum ve davranışları bire bir yaşanılan gerçeklikler değil, gerçek hakkında sübjektif veya belki objektif formatlarda geliştirilen yargılar tarafından yönlendirilmektedir (Peltekoğlu, 2001:363). Gerçekten de seçmenler kendi özelleri olan oylarını kullanırken, zihinlerde yaratılan imajlar ve kurgulanmış, tabanı olan veya olmayan gerçekliklere göre hareket ederler veya öyle hareket etmek zorunda bırakılırlar. Arap Baharı denilerek yaratılmaya çalışılan gölge ve sanal katılımcı demokrasi imajı ile toplumların nasıl yönetildiği ve toplum mühendisliği çalışmalarının adeta diğer mühendislik çalışmalarına benzer şekilde yürütüldüğü ortadadır. Sürece psikolojik açıdan bakıldığı zaman, artık duyuşsal alan öğrenme değerlerinin bilişsel ve devinişsel öğrenme alanlarını kontrol edip yönlendirdiğinden değil, edinilen bilişsel ve devinişsel alan öğretilerinin psikolojik tabanlı duyuşsal alanı şekillendirerek kontrol edip yönettiğinden bahsetmek gerekiyor. İnsanlar önce olumlu veya olumsuz bir davranış sergiliyor, daha sonra düşünmeye başlıyor. Burada süreci tersten çalıştığı gerçekliğinden bahsetmek gerekir. Halbuki doğru süreç şöyle çalışmalıdır; önce seçici algıyla algılamak, duyusal kayda almak, geçici bellekte işleme tabi tutmak yani zihinsel faaliyetlerde bulunmak ve daha sonra öğrenilmiş değerler haline getirip davranış olarak ortaya koymak gerekir. Adli suçlar incelendiği zaman karşımıza çıkacak olgulardan birisi budur. Neden bu suçu işlediniz? Diye sorduğunuz zaman; “bilmiyorum, hiç düşünmedim” cevabını alıyorsunuz. Pişmanlığın ve hep tekrarlanan keşkelerin kaynağı da bu tür davranışlardır.
İnsanların muhataplarının insanlar olmadığı ve sanal göstergelerin ve imajların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Aileyi meydana getiren bireyler arasında bile aynı durum söz konusudur. Odaların her birinde en son model bir televizyon, bilgisayar veya televizyon oyun aparatları ve bilgisayarlarlar baş köşelere oturmuşlar, muhataplarını beklemektedirler. Çünkü aile bireylerinin bire bir banko muhatapları ve iletişim partnerleri onlardır. Evlerin yeni mimari şekilleri de buna göre dizayn edilmekte ve donatılmaktadır. İnsanlar gerek yer ve gerekse zaman açılarından yüz yüze iletişim ve etkileşim fırsatlarını genel itibariyle kaybetmişlerdir. Artık evler, içerisinde yaşayanların kapıdan içeri girdikten sonra birbirlerini kaybettikleri ve birlikte yaşamama alanları olmuşlardır. Çünkü ertesi gün evden çıkıncaya kadar kimse birbirinin yüzünü görememeye başlamıştır. Aynı kapıdan içeri girerek farklı mekânlara yönelen aile fertlerinin geriye bir tek şansları kalmıştır, işte oda; sosyal medya ağlarının hazır bekleyen tuzaklarına takılmak ve bir gün bir yerlerde açgözlülerin masalarına pişmiş ve pişirilmiş balık olarak servis edilmektir . Başlangıçta gerçek yaşamla ilgili bilgilerin buralardan servis edildiği sanılmakla beraber, zaman ilerledikçe gerçek ve gerçek dışı arasında bir farkın anlaşılmadığı doğurtulmuş gerçeklikler sisteme baskın hale gelecektir. Çoğu zaman da gerçek dışı bilgilerin bu araçlar tarafından gerçeğinden yeniden üretildiği gerçekliğinin farkına bile varılamamaktadır. Sosyal paylaşım siteleri ile ilgili yapılmış uygulamalı çalışmalarda çok ürkütücü ve ilginç sonuçlara ulaşılmıştır. Gençlerimiz sanal bir dünyanın sanal gerçeklikleri ile yaşamaktadırlar. Arkadaşlıkları, paylaştıkları fikirler ve görsellerin hepsi gerçeği yansıtmayan ve kurgulanmış simge ve sembollerden oluşmaktadır. Yani olmayan bir dünyanın varları olmaya çalışıyorlar. O yok olan sanal dünyayı kendi varlarını değiştirerek var ederken, simgesel ve sembolik değerler olarak ortaya çıkarken, elle tutulan ve gözle görünen gerçek varlarını kaybediyorlar. İşin en olumsuz tarafı da, yolun geri dönüşünün olmamasıdır. Kısacası yeni toplumsal yaşamın yeni biçimlendiricisi olan reklamlardan ve nefes kesen hızlı iletişim araçlarından etkilenmemek imkânsızdır. Yine medyatik imajların fark yaratma hesabıyla ön plâna çıktığı gözlenmektedir (Yıldız, 2002:13). Görüldüğü gibi, kitle iletişim araçları, çağımızın toplumsal yapılarını şekillendirmekte ve onların ihtiyaçlarını bile belirlemektedir. Çünkü çağdaş denilen üretim ve tüketim koşulları hüküm sürmektedir. Sanki hayatın tamamı sadece bir “gösteri birikimi” olmaya başlamıştır. Böyle bir toplumsal yapıda, bireylerin kendi yaşantı, deneyim ve tecrübelerine dayanan kazanımların yerini temsiller, görüntüler veya sanal olarak yaratılan imajlar almıştır. Gerçek dünyanın temsil kabiliyeti göreceli olan basit imajlara dönüşmesi, diğer yandan o basit simgesel ve sembolik imajlarında gerçek varlıklara ve hipnotik davranışlara zemin hazırlayan karmaşık uyaranlara dönüşmesini tetiklemektedir (Debort, 1996:17-18).
Daha çok modern ve daha hızlı kitle iletişim araçlarının yapılandırdığı “sanal yaşantı toplumu”, Guy Debord tarafından “gösteri toplumu” olarak ifade edilmiştir. Bunu da kapitalist sistemdeki mal ve hizmet dolaşımına bağlamaya çalışmıştır. Gerçekten gösteri toplumunda illegal faaliyetler olarak tanımlanan; mafya, terörizm, ihtilâllar, polis devleti olmak gibi genellemeler de gösterinin çeşitli parçaları olarak ortaya çıkmaktadır. Artık herkes belli bir ölçekte ve değerde bu gösterinin parçaları olarak kendilerine belki kendilerinin de haberleri olmadan verilen rolleri oynarlar ve rol paylaşımı olmayanlarda seyirciler olarak sahnedeki oyunu ve oyuncuları var ederler. Katılımcı demokrasi de bu gerçekliklere göre bu oyunlardan birisidir. Geçmişte doğrudan gerçekleşen yaşantılar, modern toplumlarda yerini hızla bir temsile, görüntüye veya imaja bırakır. Kısacası yaşanılmış bir gerçek olmamakla beraber, sadece gerçeğin benzeri veya temsilinden ibarettir. Öyle denilebilir k,i demokrasi denilen yapıda olduğu gibi aslı dururken kendi seçtikleri temsilciler daha etkin ve seçkinler rolünü oynarlar. Seçkinleşen seçilmişi verdiği oyuyla oralara gönderen seçmenler ise, dikkate değer bile bulunmazlar. Bu kıyaslamada çok enteresan benzeşmelerin olduğu gerçekliği açıkça görülmektedir.
Gerçekleşen bu değişim süreçleri çerçevesinde yüksek bir kültürü tamamıyla bırakıp, şaşkın bir halde ve hızla alçak bir kültür içerisinde nefeslenmeye çalışan postmodern dönemin yeni yeni alt kimlikler ve kültürler yaratmaya başlaması gözden uzak tutulamaz. Bizim ülkemizde de buna çok benzer süreçler yaşanmaktadır. Yaşanan bu hengâmeler içerisinde siyasetin ve siyasetçilerin davranışları, dilleri ve söylemleri de çok önemli değişimler geçirmektedir. Ortaya çıkan söylem ve davranış değişiklikleri, kendileri ile vatandaş arasında yeni imaj duvarları örmeye başlamıştır. Yaratılmaya çalışılan yeni imajların sadece sanal ve gösteri toplumuna uyan göstermelik siyasetçilere halkın talep ve beklentileri dışında, onun kültürel ve dil değerleriyle uyuşmayan, görsel kimlikler kazandırdığı anlaşılmaktadır. Bu görsel ve bir farklı fark yaratmaya dönük çabaların arka plânında; siyasilerin seçmenlerinden daha üstün ve seçkin olduklarını, yeni bir imaj olarak imaj-maker medya desteğiyle sunma çabası bulunuyor. Böyle bir siyasetçi tipinin nazarında seçmen kitlesi ve halk, her seferinde yeni sunumlar yapılması gereken bir sunum toplumudur. Sunumların içerikleri; post modern anlayışın, toplumsal ve bireysel kapsamlı sosyal, insan psikolojisini yansıtan, millî ve kültürel gerçekliklerin dışında, onlara benzetilerek üretilmiş iletişimden ziyade iletişimsizlik türlerinden oluşuyor. Bahse konu siyasetçinin arka plândaki bir başka gerekçesi de; bir kere seçkin seçilmiş olduktan sonra, işgal ettiği yeri ve koltuğu kendisine miras kalmış bir mülkiyet olarak gördüğünden, kendisini kurumsallaştırmakta, her zamanda ve koşulda o yeri her şeye rağmen muhafaza etme teşebbüsüdür. Bu yeni tip siyasetçilerin arka plâna düşen o gerekçelerin koşullarının hazırlanması, vurgulamaya çalıştığımız yeni sunumları ve imajları gerektiriyor. Tam bu noktada post modern imaj-maker ve cila-maker medya hazır beklemektedir. Yeni sunumlar için birkaç medyatik çekim, boy ve şov gösterileriyle cila üstüne cila atılırken, kurumsal siyasetçinin kendisini düzene koyacak halk ve seçmen aynasına bakma yerine daha kontrol edilebilir olan kendi görsellerini izleyerek yeni gösteri ve imajlara soyunması kaçınılmaz olacaktır. Yani post modernleşmeye çalışan siyasetçi, geleneksel, kültürel ve toplumsal değer ve normlarla fazla uyuşmayan, asıl yaşantı, tecrübe ve deneyimlere dayanmayan, farklı arka plânlara dayanan ve yeni üretilmiş imajların ortaya çıkardığı gösteriş imajını yeni tertip ve düzenler oluşturabilmek için kendi aynası olarak kullanmaktadır. Siyasi partilerin liderlerinin böyle bir problemleri yoktur. Çünkü onlar, seçmen ve halk nezdinde yeni alternatiflerle karşı karşıya değillerdir.
Küreselleşmenin getirdiği olumsuz etkilerden milli ve kültürel değerler çerçevesinde gelenekselliği ile korunabilmiş, yeni imajlar ve görsel şovlar yapma ihtiyacı duymayan sade vatandaş ile, küresel post modern siyasetçiler arasında sağlanması istenen mutabakat zemini bu şekliyle alabildiğine kayganlaşmakta ve artık seyircisi olmayan buz pisti meydanlarda, o muhterem olmayan şovmen siyasetçiler bol bol buz pateni gösterilerine, kurumsallaştırdıkları yapıları ile devam edeceklerdir. Bu hale getirilen kaygan siyaset zemininde kay-kay oyunları, kaydırılan siyasetçinin buz keserek ateşini söndürene ve kaydığı soğuk buz zeminini kalıp kalıp söküp yiyene kadar devam edecektir. Böylece varını yoğunu yiyip bitiren postmodern siyasetçiler yiyecek başka bir şey bulamadıklarında geriye dönüp kendi öz değerlerini yemeye başlayacaktır. Tabi eğer geriye bir şeyler kaldıysa. Çünkü post modern siyaset anlayışının ürettiği yeni ve sanal gerçeklikler peşine yeni umut ışıkları yakıyor diye takılarak, her bir şeyini, altını, üstünü yiyip bitiren siyaset soytarısının sermayesi mermayesi kalmamıştır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
21. yüzyıldan bahsederken, küreselleşememenin ve postmodern anlaşılmaz anlayışların yazılı ve görsel medya, sosyal paylaşım ağlarının dayattığı; yeni iletişim argümanları; milli, manevi ve kültürel değer ağaçlarının çok derinlere ulaşan köklerine doğrudan müdahale edemeyeceklerinden, ana gövdelere aşılamalar yoluyla üretilmeye çalışılan başka köklü, başka dal ve o dallara gizlenen zehirli meyveler, ne o ağacın kendi dalları ve ne de kendi meyveleri olamayacağı gibi, sürecin ürettiği siyasetçilerden farklı da olmayacaktır. Öyleyse özlenen ve beklenen siyasetçi; dili halkının anladığı dil, kültürü halkının yaşattığı kültürün aynısı veya hiç olmazsa benzeri olan ve o millet ağacının kendi yetiştirdiği dalı, meyveleri ve güneşe el açan yaprakları olmalıdır. Çünkü kökten gövde kanalıyla dala, budağa ve yapraklara doğru bir beslenme ve dal, budak ve yapraklardan da yine gövde kanalıyla köklere doğru çevrenin ve ötelerin algılanması, değişim ve dönüşümlerin izlenmesini sağlayan veriler gönderilmektedir. Bu dirik süreç, açık bir eğitim ve sonsuzu kucaklayan yaşatma sürecidir.
Eğitim kurumunun ürettiği, siyaset kurumunun kendi sahasında uzmanlaştırdığı kaliteli ve donanımlı siyasetçi, genel olarak halkının ve seçmenlerinin eğiticisidir. Küresel ve post modern ölçekte üretilen senaryoların arka plâna düşürülen saklı hedeflerini ve gerekçelerini vatandaşına açıklamak ve karşı tedbirlerin vatandaş nezdinde alınmasını sağlamak zorundadır. Bu tam bir eğitim ve öğretim işidir ve üst düzey sorumluluk gerektirir. Gerçekten de eğitim sisteminin plânlaması uygulaması ve değerlendirilerek yeni program geliştirme çalışmalarının yürütülmesi merkezi olarak hazırlanmakta olup, seçilmiş siyasi otorite tarafından yürütülmektedir. Milli kültürün yeni kuşaklara aktarılması bu çerçevedendir. Halkın dışarıdan gelecek yıkıcı etkilere karşı daha dayanıklı hale getirilmesi önemlidir. Günümüzde katılımcı demokrasi yutturmalarıyla demokrasi getirilmeye çalışılan toplumların durumu ortadadır. Eğitici rolünü yerine getirerek halkıyla bütünleşemeyen siyaset kurumu ve dolayısıyla siyasetçilerin, demokratik sistem çerçevesinde seçmeniyle geleceğe dönük yeni mutabakatlara varması beklenemez. Halen sosyal sorunlar ve kaos yaşayan toplumlarda, eğer eğitim sistemleri toplumların talep ve beklentilerinin farkına vararak, ilerlemecilik ve yeniden kurmacılık eğitim felsefelerini eğitim programlarının merkezine koyabilmiş olsalardı, gerçekleştirilmesi gereken radikal ama insani değişimleri gerçekleştirebilecek ve değişim ve dönüşüme ayak uyduracak yeni kuşakları hazırlamış olacaktı. O