Suriye ile yaşanan ve kimilerine göre yanlış, kimilerine göre doğru dış politikalara endeksli sorunlar, tabii seyri çerçevesinde yönlendirilen kaçınılmaz sona doğru yaklaşıyor. Bir uçağımızın uluslar arası hava sahasında Suriye tarafından düşürüldüğü günlerde, ortalıkta sallamseyit dolaşan ve hangi odaklarla birliktelik içerisinde oldukları anlaşılamayan zevatın savaş aleyhtarlığı şovlarıyla beraber, elini rahatlatmak istedikleri Suriye yönetimi, İran, Rusya ve Çin dışında hiçbir tarafa tarafsızlığın tarafı ve tarafın tarafsızlığı olma mesajını verememiştir. Sadece orada burada kendileri bertaraf olmakla kalmamışlar, aynı zamanda asıl taraflara taraflarını sağlamlaştırma fırsatı vermişlerdir.
Bunların oluşumları ve programları bizim bilgimiz ve ilgimiz dışında plânlanmış olsa da şeklini, şemalini ve hangi örtülü aidiyetlerden kaynaklandığını kestirebildiğimiz gerekçelerle kendilerine verilen taraf anlayışları; sadece kapısına çivi çakmaya çalıştıkları Müslüman Türk Milletini zora ve alabildiğine dara düşürmektir. Ancak açtıkları “Savaşa hayır” pankartının arkasında kaybolacak sayıda olmalarından, anlaşılıyor ki tarafı oldukları taraf, çoktan kendilerini bertaraf ve hatta beritaraf etmiştir. Çünkü onların, yani büyük Milletimiz nezdinde yanlış tarafın küçüklüğü, diğer tarafın yani Milletimiz nezdinde doğru tarafın büyüklüğüne işaret ediyor. Zavallıların sesleri ve solukları çıkmasa da, bağırmaya çalışmakta haklılar. Çünkü bakıyorsunuz kimilerinin kuyrukları kopmuş, kimilerinin ki de yavaş yavaş kopmaya başlamış.
Aziz ve sevgili dostlar, gelin bu bizim açımızdan defolu davranış biçimlerini tarihsel bir bakış açısı ve bilinçle Balkanlara ve Balkanlardan Osmanlıya doğru derinlemesine analiz edelim ve yeni kuşaklara yeni vizyonlar açalım. Malum tarih bir açıdan olaybilimdir ve birebir yaşanılan somut olayları yer, zaman göstererek neden ve sonuçları çerçevesinde inceler ve tarihçinin bu sağlam belgeler üzerinde çalışarak ortaya koyacağı yorumlardan çıkarılacak dersler çerçevesinde geleceğe daha emin adımlarla yön verilebilecektir. Böylece belki tarih olay boyutuyla ve aynilik ilkesin bağlı olarak tekrar etmeyecek, ancak değişen konjonktür ve karmaşıklaşan koşullar boyutuyla, özne ve nesne değişimi gerçekliği ile yeniden başka adlarla ortaya çıkma ihtimalini de gözden kaçırmamak gerekir. Sosyoloji bilimi ise belki bire bir yaşanan toplumsal boyutlu tarihsel olaylardan yola çıkılarak ulaşılan genellemeleri inceler. Biz bu iki durum arasında bir analiz yapacağız buna bağlı olarak bazı değerlendirmelerde bulunacağız. Yazacaklarımın esin kaynağının ünlü tarihçi Prof. Dr. sayın Mehmet ÇELİK hocamızın bazı sohbet ve değerlendirmeleri olduğunu belirtmek isterim. Artık rahatlıkla tartışabileceğimiz boyutlarıyla Balkan savaşları ve Balkanları kaybetme nedenleri üzerinde tarihi araştırmalar yapılmamış ve oralarda bugün dahi kanımızı donduracak birebir yaşanmış olayların üzeri örtülmeye çalışılmıştır. Çünkü sayın hocamız oralarda yaşanmış ve ihanete varabilecek hataların tamamen gırtlağına kadar siyasete batmış askeri kaynaklı olduğunu belirtmektedirler. Türk Eğitim Tarihine baktığımızda, bazı önemli eğitim ve mühendislik alanlarında dış kaynaklı gelişmelerin askeri kanat vasıtasıyla Osmanlıya geldiğini görebiliriz. Ancak bu ve benzeri yeniliklerin bu kanattan gelmesinin sosyolojik ve ekonomik olarak kayda değer bir araştırma konu alanı olabileceği unutulmamalıdır. Şüphesiz Milletimiz ordu – Millet bir yapıya sahiptir. Orası kutsalların korunduğu bir güç merkezi ve Peygamber Ocağı’ dır. Şüphesiz halkın talep ve beklentileri ile ordunun öncelikleri arasında her hangi bir çatışma alanı olamaz. Her toplumun kolluk kuvvetleri kuruluş amaçları ve varlık sebepleri çerçevesinde milli olmak zorundadır. Hiçbir toplumun kolluk kuvvetleri başka toplumların milli çıkarlarını korumak için yapılandırılamaz. Ancak bütün insanlık adına mazlumların yanında ve yakınında olmak gibi bir cihanşümul insanlık hedefine dönük de olabilirler. İnsanlık tarihinde bunun en güzel örneklerini Asrı Saadet Döneminden sonra Milletimiz vermiştir.
Tanzimat öncesi dönemlerde Osmanlı’nın balkanlardaki durumu gittikçe kötüleşmektedir. Almaya, Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika gibi ülkeler tarafından etnik temelli milliyetçilik akımları körüklenmekte ve özellikle Amerika tarafından Bulgarların yeni bir millet tanımıyla ayrıştırılmaları üzerine çok uzun süreli projeler uygulanmıştır. Ancak Bulgarların Türk soyundan geldikleri inancını değiştirememiş ve işe yeniden eğitim boyutuyla girişmiştir. Her ne kadar kendileri tarafından organize edilen eğitim ve öğretim faaliyetleri yoluyla buna çalışmışsa da, bu ayrıştırma işinin yetiştirecekleri Bulgar eğitimciler eliyle yapılabileceği sonucuna ulaşmışlardır. Yinede asıl ayrıştırıcı rol yüklenebilecek en ciddi argümanın din olduğu gerçeğine ulaşmışlar ve Balkan coğrafyasındaki çok dinli yapı üzerinde durmuşlardır. O dönemlerde Balkanlarda yaşayan gayrı Müslimler askerlik yapmıyorlar, vergi vermiyorlar, kendi dini hükümleri ile kendi toplumsal yapılarını devam ettiriyorlardı. Bazı sosyal konularda da çeşitli kısıtlamalar vardı. Örneğin onların evlerinin pencereleri ana caddeye bakamazdı. Bu dini azınlıkların hamiliğine soyunan Ruslar, İngilizler ve Fransızlar Osmanlı merkezi yönetim üzerinde baskı kurmak için yoğun bir çaba içerisindeydiler. Bu maksatla Osmanlı Gayrı Müslim toplulukların sosyal ve kültürel sorunlarını giderip Müslümanlarla eşit haklara sahip olsunlar diye Tanzimat adıyla çeşitli haklar verdi. Ancak o dini cemaatleri baskı kurup yönetenler bundan hoşnut olmadılar. Osmanlı’nın Balkanlarda konuşlandırdığı ve tecrübeli askerlerden oluşan ve yanılmıyorsam 100 bin civarında askeri vardı. Bu askeri varlığı yöneten komuta kademesinde Talat Paşa ve kendi kararıyla oraya giden Enver Paşa vardı. Kısacası komuta kademesinin bir kısmı İttihatçı ve bir kısmı da Hürriyetçi subaylardan oluşuyordu. Her iki grup birbirinin amansız düşmanıydı. Bir taraf o zaman faaliyete başlayan Bulgar ve Sırp çetelerine gizli bir baskın yapmayı plânlarken, diğer görüşü benimseyen askeri birlikten Sırp ve Bulgarlara bilgi sızdırılıyordu. Sonuçta Bulgar çeteleri Osmanlı birliklerini zamanında önce ve gafil avlayarak yok ediyordu. Milyonlarca vatan evladı gırtlaklarına kadar siyasete gömülen Osmanlı Subaylarının ihaneti sonucunda şehit olmuşlardır. Aynı dönemlerde Sultan Abdülhamit Han bu çeteler ve onların hamileriyle mücadele edebilmek için dini farklılıkları kullanıyordu. Bu o dönem itibariyle yapılabilecek en sonuç alıcı bir strateji idi. Ancak ittihatçılar Sultan Abdülhamit Hanı tahttan indirerek Selanik’te göz hapsine aldılar ve dünyayla bağlantısını kestiler. Rusların telkinleri ile Osmanlı birlikleri terhis edildiler ve hepsi evlerine gönderildiler. Daha sonra Anadolu’dan o coğrafyaya acemi gençlerden oluşan askerler gönderildi. O askerlere yine siyasete gömülen subaylar tarafından; oraya boş yere gittikleri, orada artık savaşın yaşanmayacağı gibi moral yıkıcı propaganda yapılıyordu. Hatta Müslüman Osmanlı tebasının elindeki av tüfekleri bile artık savaş olmayacak diye birer birer toplanıyordu, Sırplar ve Bulgarlar ise hızla silahlanıyordu. Hatta Osmanlı gümrüğünde sanırım Sırplara gönderilen silah yüklü bir gemi kendi iç hesaplarından dolayı Fransa tarafından ihbar ediliyor. Osmanlı yetkilileri artık savaş olmayacağı gibi gerekçelerle gemiyi Fransa’nın o silahlar size karşı kullanılacak telkinlerine rağmen serbest bırakıyorlar. İşte o silahlar balkanlarda yaşayan ve evladı Fatihan olan Müslümanlara karşı yapılan insanlık dışı katliamlarda kullanılmıştır. Yaşanan vahim olayları tek tek anlatmayacağım. Sadece Doğudaki Sason bölgesinden bir Ermeni çetebaşı tarafından toplanan Ermeni çetesinin o dönemde Balkanlara giderek on binlerce Müslüman Türkü hunharca katlettikleri unutulmamalıdır. Balkanlardan Osmanlı çekilirken orada kalan gözü yaşlı Osmanlılar ağlayarak bir gün mutlaka gelecekler diye teselli bulmaya çalışıyorlardı. Aradan uzun yıllar geçti, yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruldu. Çok partili demokratik sistem inşa edilmeye çalışıldı ve günümüze gelinceye kadar epey badirelerden atlandı. Sözü fazla uzatmayacağım ve değerlendirmeyi siz değerli dostlara bırakacağım. Ancak çok çarpıcı bir hikayeyi de anlatmadan geçemeyeceğim. Geçmişi acı dolu yaşayan bir Bosnalı kardeşimiz, adeta yarı aç yarı tok çalışıp para biriktiriyor. Arkadaşları kendisine neden para biriktirdiğini soruyorlar. O da parayı Türkiye’ye gitmek ve İstanbul’u görmek için biriktirdiğini söylüyor. Dostları, yaşının çok geçtiğini ve o parayla Hacca gitmesinin daha doğru olacağını söylüyorlar. Onlara siz doğru diyorsunuz. Aklım Hacca gitmemi söylüyor. Ancak bütün bedenim ve ruhum İstanbul’a gitmemi ve Makamı Hilafeti görmemi istiyor. Sonuçta o muhteşem insan İstanbul’a gidiyor ve kısa sürede geri dönüyor. Ancak haftalarca konuşmuyor. Zaman sonra neden konuşmadığı ve İstanbul’u anlatması isteniyor. Yaşlı gözlerle diyor ki; “Sınırdan içeri girerken direkte O bayrak asılıydı. Bayrak beni görünce birden dalgalanmaya başladı. Ben anladım O beni tanıdı. Bende onu tanıdım. İstanbul’a vardığımda gördüm ki bu millet o millet değil!..” Evet değerli dostlar, bu gün ülkemizin içerisinde bulunduğu terör olayları ile ilgili olarak gerçekleşen oyun ve tezgâhların o gün Balkanlarda yaşananlardan farkı var mı!?.. Eğer balkanlar zamanında ve bütün gençlerimize doğru anlatılsaydı, bu günkü kadar ağır faturalar ödenir miydi!?.. Bulgaristan’da bir şehir ile Bursa kardeş şehir ilan ediliyor ve Bulgar şehrinin Hıristiyan belediye başkanı ve Müslüman olan diğer bir din görevlisi ile Bursayı ziyarete gidiyorlar. Giderken anlamlı ve değerli bir hediye götürmek istiyorlar. Üç adet çok değerli el yazması Kuranı Kerim götürüyorlar. Bursa belediye başkanını ziyarette diğerleriyle beraber el yazması Kuranı da hediye ederken, Kuranı kerimi almayı reddeder ve misafirleri kovar!.. Daha sonra Diyanet işleri yetkilisini ziyaret etmek isterler ve Kuranı kerimi bari ona hediye edelim derler. Ancak o da el yazması o nadide eseri almaz ve diğer hediyeyi kabul eder. Sevgili dostlar bu milleti dininden koparmak için nelerin yapıldığını düşünebiliyor musunuz?.. Elin adamı insanların inançlarını kullanarak aşılmaz dağları aşıyor, yenilmez güçleri yeniyor. O günlerden bugünlere aynı zihniyet devam etmektedir. Her ne kadar bu gün yargı önünde hesap verseler de, bu millete çektirdikleri acı ve yaşattıkları kayıpların hesabı zor verilir. Acaba bu Milletin inanç ve değerleriyle oynanmasaydı yaşadığımız toplumsal ayrışmalar olur muydu!?.. Çeşitli naylon kavramlara asılarak Milleti dinsizleştirme çabasına girenler, bunun ağır bedelini hem ahrette ve hem de ömürleri yeterse bu dünyada ödeyecekleri gerçekliğini hissediyorlar mı? ..
Meclisten Suriye ile ilgili çıkan karar sonrasında öyle bir dezenformasyon yaşandı ki, artık çıkarılan tezkerenin beklenilen psikolojik etkisi kayboldu ve karşı tarafın elini ve hevesini güçlendirecek bir argümana dönüştürüldü. Önüne gelen bu tezkerenin bir savaş tezkeresi olmadığını, bu tezkereye dayanarak Türkiye’nin Suriye topraklarına zinhar girmeyeceğini ve sadece bir caydırıcılığının olması için çıkarıldığı gibi laflar edilmeye devam edildi. Hakkında bu konuşmaların yapıldığı bir tezkerenin karşı tarafa nasıl bir caydırıcılığının olabileceğini doğrusu ben merak ediyorum. Çünkü bu söylemler o tezkereden Suriye yönetiminin daha fazla istifade edeceğini ve daha derin bir nefes almasını sağlayacağını ortaya koymaktadır. Evet bu bir operasyon tezkeresidir ve şartlar hazır olduğu zaman asla geri dönüşü olmadan gerekenler yapılacaktır. Şeklinde açıklamalar yapılmış olsa idi, halâ yaşanan ve ilerde daha ciddilerinin yaşanma ihtimali olan sıkıntılar olmayacaktı.
Değerli dostlar gelin şimdi sosyolojik bir bakış açısıyla tekten tüme doğru yani parçalardan bütüne ve sonuçlardan sebeplere doğru bir yolculuk yapalım. Evet Suriye ile Türkiye arasında yaşanan kriz ve sürüp giden toplumsal olaylar kapsamında halkımıza ve dünyaya gösterilen büyük resimde olması gerekenler ve sürekli de dillendirilenlerin hiç birisi gerçekleşmedi, ancak beklenmeyen ve dillendirilmeyenlerin hepsi gerçekleşti. GERÇEKLEŞENLERİN HEPSİ SURİYE YÖNETİMİNİ GÜÇLENDİRİRKEN, MUHALİFLRİ HEM PSİKOLOJİK OLARAK VE HEM DE ASKERİ STRATJİK OLARAK ZAYIFLATTI. Aynı zamanda Türkiye’nin caydırıcılığını ve muhalifler açısından çok önemli olan güvenirliliğini de zaafa düşürdü. Eset yönetimi kendisine ve diktatörlüğüne başkaldıran muhalefeti hedef gözetmeksizin katletmeye devam ediyor. Şüphesiz bu arada Suriye yönetiminin de bazı kayıplar vererek, gözüken taraf veya taraf olmayanların asıl taraflarının ortaya çıkmasını engellemesi gerekiyor. Bana öyle geliyor ki biz bu bakış açısıyla Suriye muhalefetini sadece Eset güçlerinin önüne isyan edip baş kaldıranlar olarak çıkabilecek güce erişsinler diye destekliyoruz. Böylece Suriye yönetimi gelecekte daha büyük bir sosyal patlamayla karşısına çıkma ihtimali olan tarafları savaş oyunu çerçevesinde bertaraf etmektedir. Diğer siyasi partilerin hepsi de aşağı yukarı bu senaryonun her iki tarafına monte edilmiş durumdadır. Suriye’nin içerisinde isyancı konumuna düşürülen ve muhalefet olarak tanımlanan güçler üzerine çok acımasız ve katliama varan ölçekte saldırması, kesinlikle kendisine Türkiye’ den gelebilecek çok sert ve başlangıcında Suriye yönetimini alaşağı edecek tehdit ve karşılığın hiçbir zaman olmayacağı garantisine bağlıdır. Sanıyorum Suriye bu garantiyi almıştır. Peki Suriye Türkiye’ye nasıl bir menfaat sağlayarak bu konumu elde etmiştir? Evet bu sorunun cevabı da vardır. Bizim Suriye muhalefetine yaptığımız gibi, onlarda aynı göz boyamayı PKK’ya yapmışlar ve ütopik hayallerle sınırlarımızdan içeri soktukları teröristleri Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet güçlerimizin karşısına dikmekte ve bertaraf edilmelerini sağlamaktadır. Öyle ya, vardır oyun içerisinde oyun, bazen gerekir vermek her aç kurda bir koyun, her görünene aldanma olsa da kurtla koyun yan yana, çok geç artık anlamak zor farkını ölümle toyun.
Aziz dostlar hepinizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyor, mübarek Kurban Bayramınızı en derin muhabbetlerimle kutluyorum ve ALLAH’a emanet olunuz diyorum.