Bir Şamanın bu anahtar kavramlarla ilgili düşüncelerini paylaşmak istiyorum. Şamana “Zehir nedir?” diye sorulduğunda;
“İhtiyacınızdan fazla olan her şey zehirdir” der. İşte bu çerçeveden bakıldığı zaman, varlar ile yoklar arasındaki etkileşim ve ilişkiyi tam olarak açıklamak için; 21. yüzyılı en iyi tarifle güç zehirlenmesinin yaşandığı bir devir olarak ifade etmek gerekir. Kâinatın sahibi bu dünyayı yaratıp ona bir çeki düzen verirken, tesadüflere ve rastlantılara yer vermeyecek şekilde dengeler kurmuştur. Bu mükemmel dengeler ışığında; varlığı yoklukla, israfı kıtlıkla, tokluğu açlıkla terbiye ederek dengelemiştir. Temelinde Hak ve adalet olmayan, fakir fukaranın hakkını yiyerek ulaşılan zenginlik bir zaman sonra içerisindekileri zehre dönüştüren bakır kaplar gibidir. Ondan sınırları ve tüm ölçüleri kaybetmişçesine nemalanan herkesi zehirler ve öldürür. Hak edenlere hakları verilmeden hoyratça israf edilerek zehre dönüştürülen ve gerçek sahibi unutulan zehirlerin panzehri fakirlik ve yokluktur. Varlık hesap ve kitap gerektirir. Tüm varlıklar incelendiği zaman, derinliklerinde mükemmel ilke ve yasaların olduğu görülecektir. Evet varlık bir hesaplama işidir. Eğer bu hesabı tutturamazsanız, varlığı var eden temel dengeler bozulur ve yokluğa ulaşırsınız. Esasında buradaki yokluk, Yunusun dediği gibi “bizde benin yok olması” değil, haram varlıkta helâl varlığın yok edilmesidir. Bu manada, Yokluğun varlığıyla varlığın yokluğu arasında pek fark yoktur. Gayrı nizami ve adaletsizce zimmete geçirilen varlarla var olanlar, helal yoklukla varlıklarını kanıtlayanlara göre daha korumasız ve zayıftır. Varlık daha fazlasıyla ve yoklukla imtihan edilebilir. Yokluğun yoklukla imtihanı yoktur. Yeniden varlıkla sınanması söz konusu olabilir. Yokluk daha dingin ve varlık daha oynaktır ve her an yeni bir dudumla karşılaşılabilir.
İsraf haramdır. Haram beladır ve mutlaka musibetlere gebedir. İsraf kendi hakkından vazgeçmekten öte, başkalarının hakkını ziyan etmektir. Aynı zamanda ölmemeyi ve yaşamayı sağlayan nimetleri öldürmektir. İsraf hiçbir zaman masraf ve olağan harcama değildir. Gerçek ihtiyaçların giderilmesine dönük olarak yapılması gereken harcamalar, makul ölçüleri aşamaz. Aşan kısmı sadece başka ihtiyacı olan insan veya canlıların hakkıdır. Mutlaka hak sahiplerine dağıtılmalıdır. Eğer bir toplumda milli gelirin büyük bir çoğunluğunu belki de çok az bir kitle alıyor ve geriye kalan çok azını da geriye kalanlar paylaşıyorsa; burada darlıktan, açlıktan ve muhtaçlıktan bahsetmek zorundayız. Çünkü böyle bir yapıda denge bozulacak ve yoksullar gittikçe daha yoksul ve zenginler daha zengin olmaya devam edeceklerdir. Halbuki sağlıklı toplumsal yapılarda bu açığın kapanması ve dengenin sağlanması beklenir. Günümüzde dünyayı sayılı ailelerin yönettiğini herkes biliyor. Geriye kalanlar kendilerine verilenler kadar bir yaşam kalitesinden bahsedebilirler.
Ancak dünya artık bu dengesizliği ve sömürü düzenini daha fazla sürdüremeyeceğini verdiği mesajlarla anlatmaya başladı. Küresel güç olarak belirtmeye çalıştığım güç kaynaklarına sahip olarak tüm insanlığı, hayvanları, taşı ve toprağı acımasızca sömürerek dünyaya yön vermeye başlayan zalimler, çalıp çırparak, kan akıtıp katliamlar yaparak elde ettikleri zenginlik kaynaklarıyla beraber çok önemli bir doyumsuzluk ve bunun getirdiği tatminsizlik duygusunu geliştirdiler. Hep yemeye alıştıkları için el attıkları ve göz diktikleri her şeyi yiyip bitirdiklerinden; daha rahat bir şekilde yiyecek ve sömürecek kaynakları kaybedince, kendi hak ve adalet, haysiyet ve onur, ahlâk ve insanlık şereflerini de yemeye başladılar. Uzun süredir israfla tüketim hanelerinde bu durum söz konusuydu. Adeta yılanın kendisini sokması gibi, bunlar da elde ettikleri güçten kendi zehirleriyle zehirlenmeye başladılar. Konforları bozuldu. Halklarının temelinde adalet olmayan refahlarına dokunmaya başladıklarında, kendi kendilerini patlatarak yıkılıp yok olmaya başladılar. Bu gidişle sömürü düzenleri için ürettiklerine alıcı bulamayacaklar ve tümürünleri ellerinde kalacaktır. Batı dünyasının çöküşü bu noktada başlayacaktır. Bu süreç çoktan başlamıştır ve artık üst akıl denilen en küresel oyuncular, hedefledikleri yeni dünya düzeninde tarihsel bir bakışla yeni bir takım küresel güçlerin önünü açmak zorunda olduklarını anlamışlardır. Değerli dostlar, bu küresel güçlerden en önemlisi ve yeni nizam ve düzen kuruculardan birisi emin olunuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun nezdinde Türk Milletidir. Bu hesaplamalar kılı kırk yararak yapılmıştır ve bütün dünya buna alıştırılacaktır. Böyle bir tercih ve senaryonun çok sağlam gerekçeleri vardır. Türk Milletinin geçmişten günümüze kadar insanlığa sunduğu medeniyet ölçülerine ve genetik miras değerlerine göre; kollayıp yaşatma, tahammül ve hoş görü vardır. Din, dil, ırk inanç ve kültür farklılığı yapmadan bütün mazlumlara yardım ve el verebilmek, inandığı değerler açısından bir sorumluluktur. Tarihi tecrübeler gösteriyor ki, Türk Milleti ekmeğini tüm aç ve açıkta olan herkesle bölüşür ve paylaşır. O halde dediğimiz gibi yeni dünya düzeninde gelişen yeni küresel güçlerden birisi ve en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. İkincisi belki biraz zorlamayla İngiltere ve İngilizlerdir. Bir diğeri de Çin olacaktır. Corona virüsü de bu manada bir ön sürümdür. Bu manada Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak hemen hemen dünyanın her tarafında insiyatif almaya başlamamızı, bu insiyatif çerçevesinde gözü kara olarak girdiğimiz mücadelelerdeki başarıları es geçemezsiniz ve çıplak akılla değerlendiremezsiniz.
Şaman’a Korku nedir? Diye sorarlar ve; “Belirsizliğin kabul edilmemesidir. Belirsizliği kabul edersek serüven olur” der.
Muhterem kardeşlerim, belirsizliği analiz ederek sebep – sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirip tüm detayların farkına varabilmek için kaygı ve merak gerekir. Merak duygusu öğrenmenin ve problemleri çözmenin anahtarıdır. BU manada merakı güçlü olanlar başkalarından ödülde beklemezler. Onların esas ödülü, meraklarını gidererek takınacakları yeni tavır ve edinecekleri yeni öğrenmeler olacaktır. Belirsizlikleri belirsiz yapan değişkenlerin farkına vararak temel belirleyicileri ortaya çıkarmak için öncelikli olarak çözülmesi gereken problemden rahatsızlık duymamız ve kaygılanmamız gerekir. Zaten bilenden bağımsız olarak var olan bilimsel bilginin üretilmesi de ondan sonra başlatılabilir. Halbuki o belirsizliklerin kabul edilmesi demek; bakıp görme isteğini kaybetmek, işittiklerini anlamlandırabilmek için duymamak, acıkarak yiyip içip doymanın tadına varmadan yani acıkmadan yiyip içip doymaya çalışmak, yorulmadan dinlenmek, üzüntüyü öğrenmeden sevinmeye çalışmak gibi birtakım sosyal süreçlere benziyor. Bir belirsizliğin kabulü, daha derin ve anlaşılması zor belirsizliklerin yaşanması anlamında macera ve serüvenlere rotayı çevirmek demektir. Asıl belirsizlikler ondan sonra başlayacaktır.
Kıskançlık nedir? Diye sorulduğu zaman, “başkalarının içindeki iyiyi kabul etmemektir. Bu iyiyi kabul edersek, ilham olur” der.
Kıskançlık, günümüzün sosyal yapısını zedeleyen, sağlıklı ve tekamül adına toplumsal gelişmeyi engelleyerek husumet ve düşmanlık yaratan bir davranış biçimidir. Tabiri caiz ise çok isteyip, kedinin ulaşamadığı ciğere murdar demesi gibidir. Esasında burada bir çatışma söz konusudur. Eğer çatışma yaşamsal bir olgu ise, bunun temelinde kazan-kazan ilkesinin olması gerekir ki sonuçta her iki tarafında performansı artsın. Bu sürecin adı da çatışma yönetimi olur. Ancak eğer temele kaybet-kazan ilkesi konulursa, burada kazanan olmaz ve her iki tarafta kaybeder. Kıskançlık karşı tarafın performansından istifade edilerek onun başarısını yok etmeye çalışmadan ve kabul ederek daha fazlasını yapmaya ve daha iyisini üretmeye odaklaşarak gereken motivasyon, merak ve çaba gösteriş şeklinde ortaya çıkıyorsa, çatışmanın iyi yönetildiği ifade edilebilir. Başkalarının performansları çerçevesindeki iyilerin kabul edilmesinin erdem olduğu belirtiliyor. Aslında daha insani olan erdemdir.
Öfke nedir? Sorusu sorulduğunda, “kontrolümüz dışındaki şeyleri kabul etmemektir. Kabul edersek hoşgörü olur” diye cevap verir.
Günümüzün hem zorbalar ve hem de mağdurlar açısından şikayet edilen ve sorumluluğun üstlenilmesi noktasında tereddütler oluşturan enerji öfkenin kontrol edilememesidir. Düşünmenin felsefe ve bilimi olan mantığın kullanılmasının önündeki en büyük engel de kontrol edilemeyen öfkedir. Öfke düşünmenin sistematiğini de bozar. Halbuki bu sistem; dışarıdan gelen uyarıcıları önce beden teknolojimiz çerçevesinde duyusal kayda almak, oradan algıda seçiciliğimizi kullanarak seçilenleri çalışan ve işleyen belleğe aktarmak, bilginin aşamalılığı çerçevesinde kısa süreli belleğe taşıdığınız problem ve konu alanı bilgisinin önceki aşamalarının bilgisini daha önce edinip depoladığınız kalıcı bellekten olası ve uygun kodlarla kısa süreli belleğe problemli durumun çözümü için transfer ve yeniden önceki bilgi düzeyinin daha ileri bir düzeye taşınması sonucunda edinilen öğrenmelerin karar verilerek davranışa dönüştürülmesi şeklindedir. Burada görüleceği gibi karar ve uygulama en son aşamadır. Eğer süreç tersten başlatılır ve önce eylem sonra diğer düşünsel süreçler işletilirse artık bir öfke kontrolsüzlüğünden bahsedilebilir. Başka bir bakış açısıyla tepkisel davranış olarak da tanımlanabilir. Hoşgörü ise ancak kontrol edilebilen öfke durumundan sonra varlığını gösterebilir.
En son Nefret nedir? Diye sorulduğuna da, “bir insanı olduğu gibi kabul etmemektir. Eğer bir insanı koşulsuz kabul ederseniz, sevgi olur” şeklinde cevap verir.
Değerli dostlar, insan ilişkileri ve iletişim konu başlığı çerçevesinde en temel belirleyicinin insanın kendisini olduğu gibi kabul etmesi ve hatta karşı tarafı da olduğu gibi kabul etmesidir. Sağlıklı iletişim ancak ondan sonra başlayabilir. Kendisini ve karşı tarafı olmadıkları gibi birtakım oluşlara zorlayarak etkili ve sağlıklı iletişim kurmaya çalışmak, çok zor bir süreç olacağı ve sürdürülebilir olmayacağı bilinmelidir. Her insan dünyaya gelirken kendisine özel olarak verilen kalıtsal miras değerleriyle donatılmış olarak gelir. BU çerçevede her insanın öğrenmesi kendi parmak izi kadar kendisine özeldir. Bu özelden edinilen öğrenmelerinde kendisine özgü olması kaçınılmazdır. Asıl olması gereken, kendine özgü, orijinal ve eşi-benzeri olmayan insanın ancak kendisi olarak sahip olduğu potansiyellerinden en üst düzeyde istifade edecek şekilde yetiştirilmesi ve geliştirilmesi olmalıdır. Bireysel farklılıkların zenginlik olması da bu çerçevedendir. Sevginin kaynağı da buralarda aranmalıdır.
Selam ve sevgilerimle.